Ana içeriğe atla

Mutluluk Nerede?

Şiddetli yoksulluk, hastalık gibi acı görünen gerçekler içinde yaşayan insanların birçoğunun, sizin gibi sağlıklı ve yeterince varlıklı insanlardan daha huzurlu ve mutlu olduğuna dikkat ettiniz mi?

Dairemin penceresinden baktığımda uzaklarda dizi dizi çöp kabinlerinin olduğu bir alana ara sıra gözüm takılır. Orada iki tekerlekli bir arabaya at gibi koşularak yanaşan kadın erkek pek çok insan görürüm. Çöpleri karıştırırlar; mukavva, plastik, şişe gibi çöpleri seçerler, küçük arabalarına atarlar. Geri dönüşüm için çok küçük ücretlerle satacaklardır.

Yağmurlu bir gündü; balkonda sigara içiyor, yağmuru seyrediyordum. Kendisi ve arabası yağmurdan yavaş yavaş ıslanan bir çöp toplayıcı, yüklü arabasına önden koşulmuş olarak geldi, yorgun bir şekilde balkonumun hemen aşağısındaki ağacın altına siperlendi. Keyifle oturdu, bir sigara yaktı, yağmur damlalarıyla karışmış terini eliyle sildi. Bir türkü tutturdu: “Kaşların arasından domdom kurşunu değdi…” Bir türkü daha, bir sigara daha… Ne kadar da mutluydu. Yağmur hafifleyince başka çöpleri karıştırmak üzere neşe içinde işine koyuldu.

Kalabalık caddelerde iki ayağı da olmayan, tekerli bir tahta üzerinde elleriyle yerden kuvvet alarak gezinen insanlar görürüm. Gelip geçeni rahatça izleyecekleri bir köşeye yanaşırlar. Şakalar yaparlar, güzel kadınlara bakarlar, dedikodu yaparlar, fıkralar anlatırlar, gülerler, şarkı söylerler. Ne kadar da mutludurlar.

Licensed by Adobe Stock

Hayatın an’a ait gerçekliğinde asla acı, keder, kaygı, korku yoktur. Istırap, an’da olması mümkün olmayan, geçmiş ve geleceğe takılan akıl ve zihin tarafından yaratılır. Psikolojiktir. Huzur ve mutluluk, an’da ve gerçeklikte; kasavet, geçmiş ve geleceği mekân edinen akıl, zihin ve düşüncelerdedir.

Gerçeklik ve akıl asla bir arada bulunamaz, karanlık ve ışık gibi… Karanlık, bir kadınmış; güneşin kendisini sürekli rahatsız ettiğini Tanrı’ya şikâyet etmiş. Tanrı, güneşi sorgulamış; niçin bu kadının sürekli peşindesin diye. Güneş, onu hiç görmedim, tanımıyorum demiş. Tanrı, güneş ve karanlığı asla bir araya getirip onları yüzleştirememiş. Akıl ve gerçeklik ilişkisi de böyle bir şeydir. 

Gerçeklikten sıyrılıp aklın, zihnin ve düşüncelerin girdabına, karanlığına sürüklenirsek sadece öz benliğimizden, ışıktan kaçmış oluruz. Ve acılara merhaba!.. Çıkabilene aşk olsun…

Gerçekliğin engin deryasına daldığımızda evrenle, özümüzle bir bütün oluruz. Güzelliğin, estetiğin, sanatın, huzurun ritmini ve aydınlığını kuşanırız artık. Akıl kaybolmuştur. Zaman yok olur ve haliyle geçmiş ve gelecek de yoktur. Mutlak huzur ve mutlak sonsuzluk vardır. Yuvamıza…oradan geldiğimiz asli yurdumuza kavuşmuş oluruz. Sonsuzluğa…

Ve Mutlulukla İlgili Bir Kıssa

Bir zamanlar çok hırslı ve açgözlü bir adam varmış. Mutluluğu hep parada aramış. Ömür boyu tüm enerjisini seferber ederek kazanmış, kazanmış, kazanmış… Ama ne kadar çok kazansa da bir türlü mutlu olamıyormuş. Çünkü daima daha fazlasını arzuluyormuş; bu arzu ve tatminsizlik onu daha fazla mutsuz ediyormuş.

Artık yaşlandığında istediği her şeyi elde etmiş, isteyecek başka hiçbir şey kalmamış. Ama şimdiki durumuna ve geçmişine baktığında mutluluğun kırıntısını bile yaşayamadığını fark etmiş. Hem şaşırmış hem üzülmüş hem ömrünü nasıl heba ettiğini anlamış. Ve bedel olarak neler verdiğini, nelerden vazgeçtiğini…

Bunalımına bir çözüm bulmak için ulaşabildiği herkese danışmış. Çünkü hâlâ çok mutsuzmuş. Birisi ona “Nasreddin Hoca’yı bul, sana mutluluğu ancak o verebilir, o da veremezse unut gitsin” demiş.

Adam varını yoğunu altınlara ve mücevherlere çevirmiş, hepsini büyükçe bir torbaya doldurmuş, torbayı almış, yola koyulmuş; Nasreddin Hoca’yı bulmaya…

Aylarca yol aldıktan sonra Hoca’nın köyünü bulmuş, köylüye onu sormuş. “Şu tepedeki ormanda, bir ağacın altında tefekkür halindedir şimdi” demişler. Adam Hocayı bulmuş, torbasını önüne koymuş, derdini anlatmış. Hoca dinlemiş, hiçbir şey söylememiş, aniden ayağa kalkmış, torbayı kapmış ve torba elinde kaçmaya başlamış.

Nasreddin Hoca yolları çok iyi biliyormuş. İzini kaybettirmiş, köyde bir evde saklanmış. Adam günlerce keder, üzüntü ve mutsuzluk içinde kalmış. Bir gün Hoca ona haber göndermiş, “Sabah o ağacın altına gelsin.”

Adam ağacın altına geldiğinde elinde torbayla Hoca’yı görmüş. Hoca ona “Al torbanı; şimdi kendini nasıl hissediyorsun, mutlu musun?” diye sormuş. Adam, “Hiç olmadığım kadar!.. Keşke bu sırrı daha önce anlasaydım da hayatımı heba etmeseydim, elimdekilerin değerini bilseydim, ama şimdi çok mutluyum” demiş.

Bizlerin torbalarında neler var acaba? Az çok- gelirimiz, sağlığımız, sevdiklerimiz, dostlarımız… Nefesimiz…

Bu yazıyı Osho okumalarımdan ilham alarak yazdım.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Nerede kaybettik, nerede arıyoruz?

İçimizde bulamadığımız bahar ve huzuru, hiçbir mevsim, hiçbir şey, hiçbir kişi bize bağışlamaz. Sevgimizi, mutluluğumuzu, huzurumuzu, dürüstlüğümüzü, ilkelerimizi, vicdanımızı, değerlerimizi...nerede kaybettik, nerede arıyoruz? Bir Zen öyküsü düştü aklıma. Hatırladığım kadarıyla özetleyeyim. Azize bir kadın varmış. Akşam üstü, evlerin içinde havanın iyice karardığı, dışarının alacakaranlık olduğu bir zamanmış. Sokakta yere iki büklüm eğilmiş, bir şey arıyormuş. Birkaç kişi yanına gelmiş, sormuşlar: - Ne arıyorsunuz Üstade? - İğnemi kaybettim onu arıyorum. - Nerede kaybettiniz? - Evin içinde! - Peki niçin burada arıyorsunuz? - Ama içerisi çok karanlık! İçimize dönmek, içimize bakmak, kendimiz olmak, kendimizle yüzleşmek, bütün olmak, kendimizi affetmek, kendimizi kabul etmek, kendimizi sevmek… uzar gider, söylendiği kadar kolay değildir. İçlerimiz çoğumuz için karanlıktır/karmakarışıktır. Oradan kaçarız. Bu yüzden mutluluğu, sevgiyi, kutsallığı dışarıda ararız.

Söze Süzülenler 2023

Gök kubbenin altında   Değil miyiz hepimiz   Daha ne olsun   Yarım olmuş   Mutluluklar   Gülüşler   Ağlayışlar   Yaşam   Ne çıkar   Meçhul Bulutlar süzülmüş kubbeye Anılar dolaşıyor Hüzün mü mutluluk mu Ne taşıyor meçhul Sis çökmüş içeriye Siluetler kıvranıyor Hayal mi gerçek mi Ne yaşıyor meçhul Buğu sarılmış camlara Islaklık tütüyor Çaydan mı kalpten mi Ne akıyor meçhul Damlalar kaynamış gözlere Sıcaklık kanıyor Acıdan mı aşktan mı Ne yağıyor meçhul Yalnız Değilsin Kanatlanıp esse de ıssız diyarlarda, kime ne? Vuruyorsa bir nefes rüzgâr, yanık bağrına, yalnız değilsin. Sel olup çağlasa da taş yataklarda, kime ne? Çarpıyorsa tek damla yağmur, kızgın kalbine, yalnız değilsin. Şimşek olup çaksa da kör topraklarda, kime ne? Çakıyorsa bir tel ışık, karanlık ufkuna, yalnız değilsin. Yağmur Sonrası Özlemle içip Göğün gözünden damlaları Renge bürü

Sükûnet

Sükûnet zamanlarım: Nadiren hissettiğim ama tadına doyamadığım anlar… Geçmişin ve geleceğin donuklaştığı, ânın belirginleştiği; arzuların, tutkuların, umutların, beklentilerin, hedeflerin durulduğu, dibe çöktüğü; sakin, kıpırtısız, berrak bir zihinle sadece nefesimi, bedenimi ve bütünleştiğim dünyamı duyumsadığım zaman kesitleri… Kutsal varoluşla birlikte dalgalandığım anlar… 60’lı ve 70’li yıllarda okuldan dönünce evin duvarının kenarında bulunan derme çatma, çivileri küflenmiş, ağaçtan bir sedire otururdum uzun süre. Kuş sesleri arasında, rüzgârın ağaçların yaprakları ve meyveleri arasından süzülerek yüzüme vurduğu kokuyu içime çekerdim. Dalından kopardığım şeftaliyi iştahla yerken, batmaya yeltenen güneşi ve gökyüzünü izlerdim. Gün boyu neler oldu, yarın neler olacak? Hepsi kaybolurdu önümden. Yaşamın ve yaşadığımın tatlı farkındalığı açılırdı ruhuma. Varlığın bütünlüğünde varoluşumu hissederdim. Bir iki saat içinde, “Ödevlerine ne zaman başlayacaksın?” sorusuyla koşuşturma yeniden