Ana içeriğe atla

Yargısız Tanık: Aşkın Ben/Öz Ben

Zamanın geçmiş, an ve gelecek boyutlarında gezer dururuz. Şimdi/an en uzak durduğumuz, kaçtığımız yerdir ve bu yüzden pek çok şeyden mahrum kalırız. Sevgiden, huzurdan…kısaca yaşamdan… Bazıları, şimdinin/anın zamandan bağımsız kutsal bir alan olduğunu; acıların, ıstırapların, çilelerin geçmişin kötü anılarında ve geleceğin kaygıları üzerinde dolaşmaktan, onlarla yatıp onlarla kalkmaktan kaynaklandığını söyler. Bunların doğru olduğuna inanırım, inanmaktan öte hissederim, deneyimlerim. Kutsal aşkın ben sadece kutsal ve sonsuz şimdide/anda hissedilebilir.

Geçmişe şimdiden bakışımız o zamanların koşulları içinde değil de şimdinin gözleriyle olur. Çoğu zaman geçmişi yeniden kurgular veya çarpıtırız. Şimdiki aklım olsaydı öyle yapmazdım diyerek pişmanlık duyarız, kendimizi suçlarız, acı çekeriz. Her ne kadar şimdi akıllanmış(!) olsak da mağlup ve suçlu psikolojisiyle koşullandığımızdan geleceği kaygılarla, korkularla karışık düşleriz. Bu yıpratıcı akışın girdabında emekli olduktan sonra uzun yıllar bocaladım. Çıkışın bazı yollarının olduğunu keşfettim. Bunların bir kısmını aşağıda sıralıyorum.

Zihin anda asla durmaz. Ya geçmişte ya gelecektedir. Zihindeki geçmiş ve gelecek ise gerçek değil, imgesel, çarpık ve kurgusaldır. Asıl gerçek andadır. An realitedir, hissedilir, deneyimlenir, yaşanır. Sonsuzdur. Huzur, mutluluk ve hakikat sadece şimdiye aittir. Bu yüzden zihni seçenek sunan bir rehber olarak kabul etmeli ama onunla şimdiden ve hakikatten kopup uçurumlara sürüklenmemeliyiz.

Bedenimizden, zihnimizden, duygularımızdan, dürtülerimizden, davranışlarımızdan, egomuzdan ayrı bir “ben” taşıyoruz içimizde… O sadece gözlemcidir. Yargısız tanıktır. Bu yargısız tanığı hissedebilirsek, ki hiç uzakta değildir; suçlulukla, pişmanlıkla, öfkeyle, karamsarlıkla, acıyla, kederle, yaşlanmayla, ölümle özdeşleşmekten, adeta onlar olmaktan özgür oluruz. İçimizdeki bu “ben” mutluluğun, ölümsüzlüğün, sükunetin, ebedi yaşamın kendisidir. O, doğum ve ölüm de dahil olmak üzere her şeyimize yargısız tanık olan kutsal özümüzdür. Bu özü keşfetmenin yolları vardır. Öğrenmeli, denemeliyiz.

Yargısız tanık olan özümüzü keşfetmekten korkarız. Çünkü hep yargılayıcı olmaya koşullandık. Yaşamı ve evreni kutsal olan ve kutsal olmayan olarak ikiye böldük. Her şeyi Tanrı’nın yarattığına inandık ve aynı zamanda Tanrı’nın kutsal olmayanları da yarattığına inandık. Bence her şey kutsaldır. Tevhit budur. Yaşamla birlikte kendimizi de ikiye ve daha pek çok parçaya böldük. Kendimizdeki baskıladığımız kötü parçaları başkalarında gördüğümüzde onları düşman belledik. Bazıları o parçaları baskılayarak sapıklaşır. Özellikle, baskılanan ve aşılamayan cinsellik; saldırganlığın, öfkenin vb. bir çok olumsuz duygu ve davranışın kökeninde yer almaya devam ediyor. Dikkat ederseniz kendinizde ve başkalarında örneklere şahit olabilirsiniz. Başkalarında gördüğünüzde tiksindiğiniz, öfkelendiğiniz, tepenizin attığı davranışların kendinizde bir parçası olup olmadığına bakmak cesaret ister. Bu cesaret gereklidir.

İçimizdeki iyileri ve kötüleri keşfedip, gün yüzüne çıkarıp, baskılamadan kabullendiğimizde parçalı benliğimiz bütünlüğe kavuşur. Ne iyinin ne de kötünün kutsal özümüze ait olmadığını anlarız, iyinin de kötünün de ötesindeki aşkın benliğimize ulaşırız. Huzurun, mutluluğun ve kutsallığın yolu budur. Başkalarında gördüğümüz kötülüklerin tohumlarını kendimizde de görüp kabul ettiğimizde artık öfkeden, düşmanlıktan özgürleşiriz. Çok arayıp da bir türlü bulamadığımız sükunete ve dinginliğe kavuşuruz. Çok eleştiren kişilere ne derler(?) “Dön bir de kendine bak!”

Adobe Stock tarafından lisanslandı

Aşkın benliğimize ulaşmanın diğer bir yolu hayatı bir nevi tiyatro oyunu olarak görmek, tüm davranışlarımızın, fikirlerimizin, duygularımızın belirli roller olarak gerçekleştiğini görebilmektir. Yaşım ilerledikçe tüm hayatımın uyku halinde rüyada oynadığım oyunlardan ibaret olduğunu anlıyorum. Çocuk rolü oynadık, genç rolü oynadık, asker rolü oynadık, bilimsellik rolü oynadık…uzar gider… Hâlâ benzer veya farklı oyunları oynamaya devam ediyoruz. Doğumumuzdan itibaren dışarıdan aktarılan ve çoğu zaman dayatılan inançların, ritüellerin, kültürel kalıpların…oyunlarını oynuyoruz. Oynanana değil oynayana yani özünüze baktığınızda tüm hayatın rollerden ibaret olduğunu anlarsanız, kutsal özünüze yaklaşırsınız. Bu duruma erişebilirseniz yargılamalardan, suçlamalardan arınarak özgürleşir, huzuru yakalarsınız. Tabi ki oynayacağız ve elbette iyi oynayacağız ama onların sadece oyun olduğunu bileceğiz. Kendimizi kaptırıp çoğu birbiriyle çelişen, zamanla değişen rollerle özdeşleşip parçalanmayacağız.

Aşkın ben, Psikolojinin benlik kuramlarının tanımladığı benliklerden farklıdır. Onlar ego kuramlarıdır. Aşkın ben, Yunus'un "Bir ben vardır bende benden içeru" olarak belirlediği bendir. Egonun ötesinde olmanın yanı sıra zihinden, bellekten, duygulardan, duyulardan, bedenden, davranışlardan, koşullanmalardan, geçmişten ve gelecekten de bağımsızdır. Onda egonun yargılayıcı, ödüllendirici, cezalandırıcı tavırları asla yoktur. Zaman doğrusunun dikey boyutunda, zamanlar ötesi olarak sonsuzlukta yani şimdide/anda hissedilir. Aslında hissedilen Mevlâna'nın "hiçlik" dediği şeydir. Hiçlik ama aynı zamanda tüm evrenle BİR her şey...

İyi-kötü, doğru-yanlış, hak-batıl...şeriatlar, mezhepler, fikirler, ideolojiler, eylemler...geçmiş, gelecek...hepsi birden uyku halindeki hayat zihnin ve egonun kurguladığı oyunlardan ve rollerden ibaretse geriye ne kalır? An...Hakikat...Yargısız Tanık: Aşkın Ben/Öz Ben...Nirvana... Ne mutlu hayattayken bu hakikate ulaşanlara, uyananlara, aydınlananlara...

Not:

Psikolojide roller konusunu pek çok kuram ele almakta olup dikkatimi çeken ve önemli gördüğüm kuram Eric Berne' in Transactional Analysis kuramıdır. Kısmet olursa bu konu ile ilgili kapsamlı bir blog yayını düşünüyorum. Kitap olsa ne iyi olur! Transactional Analysis - Eric Berne

Bu blogdaki popüler yayınlar

Nerede kaybettik, nerede arıyoruz?

İçimizde bulamadığımız bahar ve huzuru, hiçbir mevsim, hiçbir şey, hiçbir kişi bize bağışlamaz. Sevgimizi, mutluluğumuzu, huzurumuzu, dürüstlüğümüzü, ilkelerimizi, vicdanımızı, değerlerimizi...nerede kaybettik, nerede arıyoruz? Bir Zen öyküsü düştü aklıma. Hatırladığım kadarıyla özetleyeyim. Azize bir kadın varmış. Akşam üstü, evlerin içinde havanın iyice karardığı, dışarının alacakaranlık olduğu bir zamanmış. Sokakta yere iki büklüm eğilmiş, bir şey arıyormuş. Birkaç kişi yanına gelmiş, sormuşlar: - Ne arıyorsunuz Üstade? - İğnemi kaybettim onu arıyorum. - Nerede kaybettiniz? - Evin içinde! - Peki niçin burada arıyorsunuz? - Ama içerisi çok karanlık! İçimize dönmek, içimize bakmak, kendimiz olmak, kendimizle yüzleşmek, bütün olmak, kendimizi affetmek, kendimizi kabul etmek, kendimizi sevmek… uzar gider, söylendiği kadar kolay değildir. İçlerimiz çoğumuz için karanlıktır/karmakarışıktır. Oradan kaçarız. Bu yüzden mutluluğu, sevgiyi, kutsallığı dışarıda ararız.

Söze Süzülenler 2023

Gök kubbenin altında   Değil miyiz hepimiz   Daha ne olsun   Yarım olmuş   Mutluluklar   Gülüşler   Ağlayışlar   Yaşam   Ne çıkar   Meçhul Bulutlar süzülmüş kubbeye Anılar dolaşıyor Hüzün mü mutluluk mu Ne taşıyor meçhul Sis çökmüş içeriye Siluetler kıvranıyor Hayal mi gerçek mi Ne yaşıyor meçhul Buğu sarılmış camlara Islaklık tütüyor Çaydan mı kalpten mi Ne akıyor meçhul Damlalar kaynamış gözlere Sıcaklık kanıyor Acıdan mı aşktan mı Ne yağıyor meçhul Yalnız Değilsin Kanatlanıp esse de ıssız diyarlarda, kime ne? Vuruyorsa bir nefes rüzgâr, yanık bağrına, yalnız değilsin. Sel olup çağlasa da taş yataklarda, kime ne? Çarpıyorsa tek damla yağmur, kızgın kalbine, yalnız değilsin. Şimşek olup çaksa da kör topraklarda, kime ne? Çakıyorsa bir tel ışık, karanlık ufkuna, yalnız değilsin. Yağmur Sonrası Özlemle içip Göğün gözünden damlaları Renge bürü

Sükûnet

Sükûnet zamanlarım: Nadiren hissettiğim ama tadına doyamadığım anlar… Geçmişin ve geleceğin donuklaştığı, ânın belirginleştiği; arzuların, tutkuların, umutların, beklentilerin, hedeflerin durulduğu, dibe çöktüğü; sakin, kıpırtısız, berrak bir zihinle sadece nefesimi, bedenimi ve bütünleştiğim dünyamı duyumsadığım zaman kesitleri… Kutsal varoluşla birlikte dalgalandığım anlar… 60’lı ve 70’li yıllarda okuldan dönünce evin duvarının kenarında bulunan derme çatma, çivileri küflenmiş, ağaçtan bir sedire otururdum uzun süre. Kuş sesleri arasında, rüzgârın ağaçların yaprakları ve meyveleri arasından süzülerek yüzüme vurduğu kokuyu içime çekerdim. Dalından kopardığım şeftaliyi iştahla yerken, batmaya yeltenen güneşi ve gökyüzünü izlerdim. Gün boyu neler oldu, yarın neler olacak? Hepsi kaybolurdu önümden. Yaşamın ve yaşadığımın tatlı farkındalığı açılırdı ruhuma. Varlığın bütünlüğünde varoluşumu hissederdim. Bir iki saat içinde, “Ödevlerine ne zaman başlayacaksın?” sorusuyla koşuşturma yeniden